Esat KORKMAZ

TEOLOJİNİN SIRRI ANTROPOLOJİDİR [2]
3.05.2013
2491

 (YASAKLI KÜLTÜRLERDE/KIZILBAŞLIKTA)

TEOLOJİNİN SIRRI ANTROPOLOJİDİR [2]

 

 

Tanrı’nın İki Özelliği

Kutsal metinler söz konusu olduğunda 

temel kölelik, günaha köleliktir...

 

“Kendini bil”buyruğunun izinde, bâtınî felsefenin belirleyici ayağı “vahdet-i mevcutçu tasavvuf” algısında, Tanrı’daki iki özellikten “nitelik toplamı”, açık ve gizil nesnellik durumunda “doğa”ya ya da doğanın parçası anlamında “bedene”, “düşünce toplamı” ise doğanın “aklına” ya da doğanın parçası anlamında bedenin “aklına” indirgenir.

Teolojide bilincin, “dünyayı değiştirme” diye bir “derdi” yoktur, bu nedenle bedenin-doğanın “önüne” geçer. Geçer geçmez, inanç değerleri, doğanın aklının ve insanın aklının “sonuçları” olmaktan çıkar, “yaratıcılığın nedenleri” durumuna gelir. Teolojik tasarımın mantığı gereği, Tanrı’ya, bedenin-doğanın önüne geçen bu “bilincin dili”yle seslenilir ve ona “Tanrı” adı yakıştırılır.  Tanrı adını yakıştırdığımız önsüz-sonsuz kimliğin dünya görüşüyle bedene-doğaya bakıldığında, “açık ve gizil nesnellik” durumundaki gerçeklik “bozulur” ve “dönüşüme uğrar”; giderek teolojinin “parçası” halini alır. (14)

Vahdet-i mevcutçu tasavvuf, metafizik zeminde gerçekleştirilen bu “yapı-bozumunu”, tersine dönüşümle “ayakları üzerine” diker. Öncelikle tanrısal özelliğin önde görünen yanını oluşturan ve “düşünce özelliğinin toplamı” olarak algılanan bilinci, “bilme kültünün” değil “değiştirme kültünün” bir parçası durumuna sokar. Sonra bu değiştirme kültürü“ritüellerle içselleştirilip” yaşama akar. Yaşamın “akılsız” olmadığı yargısının izinde, yaşamın aklıyla “buluşulur”.

Üç Firar

Kendini bu noktaya taşıyan her Kızılbaş, “üç firarın” gereğini yerine getirmekle yükümlüdür: İnançtan firar, zâhirden firar ve bâtından firar.

Teolojinin sırrına erenler, teolojik bilgiyle “deneyim toplamı” durumundaki “bilimsel bilgi” arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırmaya yönelir. Yönelim koşullarında, inancını “terbiye etmek” amacıyla “ondan firar eder”; zâhirin(görünen nesnel gerçekliğin, yani bedenin-doğanın) “aklına” taşınır. “Zâhirin aklının” sonuçlarıyla göksel ve yersel egemenle “taraf” olan “örgütlü” metafizik inanç(din) “parçalanır”. Parçalanma sürecinde yaşanan sıkıntının-acının “ödülü” anlamında kişide bir bilinç-inanç oluşur: İşte yasaklı kültür insanı, “vahdet-i mevcutçu tasavvuf bilgisi” dediğimiz bu bilinci-inancı, göksel ve yersel egemenle “taraf olmayacak”, tam tersine “ezilenleri kurtuluşa” taşıyacak biçimde bir yapılanma içine sokar. Yaşanan değişim-dönüşümle nesnel gerçekliğin, ipuçlarını toplayarak “teolojinin hiçliğine taşındığının” ayırdına varılır: Varılır varılmaz da teolojinin, “kendisine sır kalan içrek bir antropolojiden” başka bir şey olmadığı dosta-düşmana anlatılmaya çalışılır. Ve ilk firarın sonunda “birinci evrensel ilke” haykırılır: “Dünya dünyanın bilgisiyle beden bedenin bilgisiyle açıklanır”. Dünyayı ve bedeni açıklamak için, kendisine ilişkin bilgi “dışında” bir bilgiye ihtiyaç yoktur.

Gerçeğe ulaşmak için bu kez, kendini “ikinci bir firara” hazırlar teolojinin sırrına erenler: Zâhirin, yani bedenin-doğanın bilgisinden “firar eder”. Çünkü der; bedenin bilgisi bedene ilişkin, doğanın bilgisi doğaya ilişkin bilginin toplamıdır. Bedenden önce bedene ilişkin bilgi, doğadan önce doğaya ilişkin bilgi olamayacağına göre doğa ve beden, kendisine ilişkin bilgiden “daha yetkindir”. Öyleyse bedenin ve doğanın bilgisinden “firar etmek”, bedeni-doğayı yaratan “gizil nesnelliğin aklı”yla, yani “bâtınî akılla” buluşmak zorunludur.  Böylece bedeni-doğayı “konumlandıran”, yani “nesnelliği-yaşamı kuran” bilgiyle buluşulmuş olur. (15)Ve ikinci firarın sonunda “ikinci evrensel ilke” haykırılır: Dünya ve beden “içten” yönetilir; dünyayı ve bedeni yönetmek için kendi “iç bilgisi” dışında bir bilgiye ihtiyaç yoktur.(16)Aslında Tanrı dediğimiz şey, içimize, “iç muamelesi” değil de “başka bir şeyin içi muamelesi” yapmaya başladığımızda, “doğuma” hazırlanmıştı; büyüdü-serpildi ve varlık-ötesinde ikâmet etmeye, ikâmet ettiği konutundan her şeyi-her yeri “idare” etmeye başladı. İkinci evrensel ilke gereği, dışarıdan yönetim iptal edildiği için metafizik tanrı “öldürülür”; doğa ve indan, metafizik tanrının “tasallutundan” kurtarılır.

 

“Marifet”olarak algıladığımız akıl-bilinç, öncelikle bedeni-doğayı kuran gizil nesnelliğin, yapısındaki “eğilime” uygun olarak “eyleme geçmesiyle” oluşur: Çünkü bâtının bilgisi, yani karanlığın-hiçliğin bilgisi “önce” gelir. “Nesnel nedenler, nesnel sonuçlar” üreteceğinden Tanrı, “ışık” durumunda doğmadan önce “karanlık” biçiminde algılanan bir “varlık doluluğudur”. Gizil nesnellik “eyleme” geçtiğinde, yani karanlığın-hiçliğin bilgisi “oluşmaya” başladığında “eylemsiz” kimlik durumundaki Tanrı, Tanrı olmaktan “çıkar” ve “eylemli Tanrı” anlamında “Hak” durumuna gelir. Tanrı’dan Hakk’a, yani bâtından zâhire yolculuk, “üçüncü firardır”. Firarla zâhirin bilgisi bâtının bilgisiyle “sorgulanır”. Üçüncü firarın sonunda “üçüncü evrensel ilke” haykırılır: “Gerçeği örten gerçektir”. Gerçeği örten gerçek yoksa, “mekânsız(lâ-mekân) nedenler” de yoktur. Tanrı’nın kanıtı, gerçeği örten gerçektir. (17)Bu nedenle, somutlar dünyası aralanmadan ya da bu örtü çekilip atılmadan, “marifete” ulaşma olanağı yoktur.

Tanrı Nedeni Olduğu Dünyanın içindedir

Vahdet-i mevcutçu tasavvuf felsefesinde Tanrı’nın iki özelliğinden “düşünce” özelliği, “düşünce sistemini” kurarken “nitelik” özelliği, fiziksel nesneler sistemini kurar. Bu iki özelliğin tasarımlanmasında kullanılan yöntem tümdengelimci değil, “tümevarımcı”dır. Görünümlerin gözlenmesi üzerine yapılandırılmış bir “genellemeler” sistemi oluşturur. Genelleme kapsamında bu iki özellik somutlandığında; düşünce özelliği ifadesini “bedenin düşüncesinde”, nitelik özelliği ifadesini “bedenin kendisinde” bulur.

Bu bağlamda evren ya da dünya, Tanrı’nın “nitelik özelliklerinin”, yani “tecellilerinin” toplamıdır, açıkçası “doğa”dır. Demek ki Tanrı, her şeyin “yaratıcısı” değildir, ama her şeyin “nedeni”dir. Yani Tanrı, “kendi nedeni olduğu dünyanın içindedir”; onun ötesinde değil.

Akıl, “bedenin” düşüncesidir; doğanın aklı, “doğanın” düşüncesidir. Bedenin düşüncesi, “bedensel bir sürece”, doğanın düşüncesi, “doğasal bir sürece” denk düşer. Anlaşılacağı üzere akıl ve beden; akıl ve doğa “tek şey”dir. İnsanın aklının ya da doğanın aklının bağlı olduğu sistem, aynı biçimde bedenin ya da doğanın bağlı olduğu sistemdir. İnsanın aklı “insanın bedeninden”, doğanın aklı “doğadan” başka bir şey değildir. Bedenin ya da doğanın çabası, aynı zamanda insan aklının ya da doğanın aklının çabasından başka bir şey değildir. Beden ve doğa, “harcandığı sürece” her ikisi de “vardır”; harcanma “yoksa” her ikisi de “yoktur”: Varlık da “yoktur”, Tanrı da “yoktur”. Bu felsefi yaklaşımı Hayyam aşağıdaki dörtlüğünde çok güzel anlatır:

Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok,/Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok,/Sabahlar, akşamlar, sevinçler, tasalar yok,/Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok.(18)

Kızılbaşlık, “doğanın aklı” ve “insanın aklı” terimlerinin açılımı üzerine oturur: Doğanın aklı, doğasal nesnel süreçte doğanın “önsüz” olandan “sonsuz” olana doğru gidişini güden “yasa-ilke” olarak öne çıkan “kesin-zorunlu eğilim”, yani “doğa yasaları” olarak tanımlanabilir. Bu soyut terim, gizil Tanrı olarak Hakk’a ya da gizil tanrının gizilliğinin taşıyıcısı olan ve Hakk’ın dönüşümüyle beliren “İlk Akıl”a denk düşer. Soyut(bâtın) olan beslendiği nesnel kaynağa(zâhir), yani somuta yönelme eğilimindedir. Yönelmenin izinde somut “yeniden” üretilirken, tasavvufi anlamda tanrısal olandan, yani doğanın aklından “doğanın kendisine” inilen bir sürece girilir. “Ek-doğa”nın aklı olarak algılanan insanın aklı ise doğanın aklını “özümseyebilen” ve doğayı “aşabilen” bir algılama/anlama yetisi olarak bilince/inanca taşınır. Doğayı aşabildiği için insan, “Konuşan Tanrı” donunda öncelik alır.

Vahdet-i mevcutçu tasavvuf felsefesi açısından “doğasal değişime-dönüşüme” biraz daha yakından bakalım: Evrende bir “madde yitimi” vardır; madde yitimi, “görünen maddenin görünmeyen maddeye dönüşümünden” başka bir şey değildir. Örneklersek; zâhirde her varlık, “ışık saçarak” kendini tüketir; saçacak ışığı kalmadığında “karanlık”, yani “görünmez” olur. Demek ki evrende madde, ille de “görünür niteliklerle” varlaşmaz; “görünmez madde/karanlık biçiminde algılanan varlık” olarak sonsuz uzayın her yanına yayılmış durumdadır.

Bâtın, yani görünmez madde ise “karanlık saçarak” kendini tüketir; saçacak karanlığı kalmadığında “görünür duruma” gelir; “zâhir” olur. Sonsuz uzayda enerşi(ışık) saçımı yoluyla tüketilen madde miktarını karşılamak üzere karanlık biçimindeki varlık doluluğundan enerji(karanlık) saçımı yoluyla sonsuz boşluğa “yeni madde yığınları” sürülür. Işımasız (görünmeyen) madde(bâtın), ışımalı(görünür) maddeye(zâhir) dönüşür.(19)

Teolojinin sırrının antropoloji olduğunun ayrımına varan her Kızılbaş, “bâtın zâhir, zâhir bâtın olurken hangi ilkelere-eğilimlere-yasalara uyuyor acaba?”, sorusunun yanıtını vermek zorundadır. “Evrendeki tüm olay, olgu ve süreçler arasındaki çeşitli ilişkilerin oluşturduğu maddesel bağımlılığa, bilim dilinde ‘evrensel bağımlılık’ adı verilir. Bu bağımlılık evrenin, birbirinden koparılamaz parçalardan oluşan bir ‘evrensel bütünlük’ olduğunu kanıtlar. Evrenin sürekliliği ve düzenliliği, bu birliğin ve bütünlüğün ürünüdür. (20)

Genelde yasaklı kültürlerde, özelde toprağımın yasaklı kültürü Kızılbaşlıkta, “evrensel bağımlılık” yasası, “bâtın-zâhir bağımlılığı”, yani görünür nesnellikle gizil nesnellikte yaşanan olay, olgu ve süreçler arasında “maddesel bir bağımlılık” vardır, biçiminde açıklanır. Bu bağımlılık nedeniyle görünen ve görünmeyen evren bir “bütünlük” oluşturur. Bu bütünlük, “insan bilincinden bağımsız, nesnel bir bağımlılıktır.”

Üç Terk

Teolojinin “sırrına” erip inancından aklına, aklından bâtına, bâtından zâhire “yolculuk” yapan insan, bu kez, üç terk(bu-dünyayı terk/öbür-dünyayı terk-terkettiğin yeri terk)’le Hak’tan halka göç eder. (21)

Bu-dünyayı terk(terk-i dünya) bu-dünyayı, öbür-dünyayı terk(terk-i ukbâ) öbür-dünyayı hiçleştirmektir; terk ettiğin yeri de terk etmek(terk-i terk) hiçliği hiçleştirmek değil, “hiçlikten doğmaktır”.

Tanrısal öz olarak algılanan “ruh”; tek tek bireylerde bedenleşmekle kaynağından uzaklaşmış, kendi kendisiyle çelişkili bir durum içine girmiştir. Özelde insanın, genelde doğanın “dirilik” kazandırıcı bir parçasıdır artık. İşte kişi “terk-i dünya” aşamasını yaşama geçirmekle yine doğduğu kaynağa yönelmeye başlar. Yönelmeye koşut olarak doğal olandan(görünür olandan) “sıyrılır”, doğaya benzemeyen(görünür olmayan) bir aşamaya çıkarak kendi kendisiyle çelişkisine “son” verir. Kaba anlatımla “ruh”; madde âlemindeki kalıbından çıkar, maddesiz(gizil nesnellik durumundaki) âleme, kaynağına döner; yaşarken “kalıp değiştirir”; “ölmeden evvel ölür”. Sürecin somut gelişimi ise şöyledir: Ruh, önce tek insanda, bireyde “uyanmaya” başlar; sonra, bireyin içinde bulunduğu varlık alanı olan toplumda kendi kendinin “bilincine” varır. Böylece birey ve toplum ruhu, doğadan “kurtulmuş” olur. Kişi bedeniyle nesnel çokluk içinde, kesrette gezinirken, kendisine “dirilik” kazandıran özü, yani ruhu “özgürleşir”. Bedeniyle uzay ve zaman içinde, bir “zorunluluklar ortamında” bulunurken, özgürleşen ruhu, yani özgürleşen bilinci, uzay ve zaman sınırlarının “dışında”, tanrısal özle özdeş bir “ben” olarak “ölümsüzlük” kazanır. Demek ki “üç terk”in birinci aşaması bir “özgürleşme” sürecidir.

Bâtıni inançta bu dünya “geçicidir”; bu dünyada gerçekleştirilemeyen özlemlerin, dileklerin gerçekleştirilmesi ya da haksızlıkların ortadan kaldırılması için “hayal” yoluyla kurgulanan, düşlenen öbür-dünya da “geçicidir”. Çünkü “aslı” geçiciyse “izlenimleri” de geçici olmak zorundadır; aslı “yok” olursa izlenimleri de “yok” olacaktır. Kaldı ki özlemlerin, dileklerin yerine getirilmesi, haksızlıkların ortadan kaldırılması için “öbür-dünya” olarak algılanan bir “düş” evrenine de gerek yoktur. Cennet yaratılacaksa bu dünyada yaratılmalıdır. Kaldı ki bâtınilikte ölmek yoktur: Ölmek yoksa, öldükten sonra gidilecek bir yeri-yerleri tasarımlamak “doğru” olmaz. Ruh, bir bedenden diğer bir bedene taşınmaktadır. Aslında taşınan ruh, bilinç ya da can olarak algılanan bir “enerji” akışından başka bir şey değildir. Hakk’a yürüme bu enerjinin bir gövdeden başka bir gövdeye geçişidir; bir gövdenin başka bir gövdedeki enerjiyi alışıdır. İnsan bu durumdan yararlanmalıdır: Bir madde olan gövdenin erki, enerjisi “boşalmadan”, onu yeni bir erkle, enerjiyle daha açık bir anlatımla “bilinçle” doldurarak “diriliği” sürdürme olanağını yakalamalıdır. Demek ki terk tasarımının “öbür-dünyayı terk” aşaması, egemenlerin “sırrını açıklamak, bu sırrı iptal etmek ve hesabı bu-dünyada göreceğiz”, demektir: Çünkü öbür-dünyayı, bu-dünya çelişkilerini ertelemek, sömürü düzenlerini sürdürmek için egemenlerce “icat” edildi.

“Terk-i terk”aşaması, “Hak’tan halka dönülmesi” biçiminde bilince-inanca yerleşir. Terk-i terk aşamasında insan artık kendini, Hallac-ı Mansur’un, görünüşe çıkmış olan nesnelliğin geçiciliğinden sıyrılarak, Tanrı’nın gerçekliğinde süreklilik kazandığını vurgulamak için sesli düşünerek dışa vurduğu “Enel Hak” noktasına taşımış, “Hak ile Hak” olmuştur. Terk-i terk aşamasına gelmiş yol eri, sırra ermiş “mana adamıdır”. Bireysel kurtuluşunu tamamlamıştır, yani terk aşamalarından geçerek “ham ervahlıktan” kurtulmuş, olgun, yetkin insan durumuna gelmiştir. Aşamasının gereği olarak kendi kurtuluşunu sağladığı bu noktadan yolculuğa çıkacaktır: Hak’tan halka dönecek, halk içinde Hakk’la bir olacaktır. Kendini araç olarak öne sürerek toplumu “kurtuluşa” taşıyacak bir öncüdür artık. (22)

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Yazarlar